Show Me The Place
Leonard Cohen albümünden ilk parça
24 November 2011
17 November 2011
Sinema Atölyesi I
"Ses, görüntüyü netleştirir." Nuri Bilge Ceylan'ın İklimler, Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu'da filmlerinin görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki söyledi bunu. Böylelikle bir film karesindeki duyguyu veren önemi öğelerden ikisinin altını çizmiş oldu. Bir filmi "okumak" mı demek lazım artık ne demek gerekiyorsa o, izlemekten çok daha farklı. Duyguyu seyirciye vermek demek mükemmel görüntü, mükemmel ses, mükemmel oyuncu, mükemmel seneryo....artık ne öğre varsa onların birleşimi değildir; sinemalsal öğelerden sahnenin duygusunu seyirciye yansıtacak en iyi kompozisyonu oluşturmaktır. Bu yüzdendir ki ticari filmler okunamaz, ve sinemayı bir "okuma" olarak görenler de bu filmleri izleyemez.
Gökhan Tiryaki'nin söylediği en önemli şey bence ses ve görüntünün getirmesi gereken bütünlük. Adı her çektiği film ile daha çok yankılanan Nuri Bilge'nin başarasını geteren bu ve bunun gibi elemanlara olan hakimiyeti. Aynı noktanın aktını Bella Tarr da çizmişti. Tarr 20 yılı aşkın süredir aynı görüntü yönetmeni ile çalışıyor; hatta bundan "evlilikten daha korkunç bir ilişki" olarak söz etmişti. Benzer şekilde Tarr, film müzikleri için uzun zamandır aynı müzisyen ile çalışıyor. Tarr gibi avantgarde, ince, zor, okumalık işler yapan büyük bir yönetmenin film çekmeyi bıraktığı film, Torino Atı, elbette bunlar ve benzeri öğelerin farklı ve zirvede kullanılması beklenirdir. Öyle olduğunu da Gökhan Tiryaki yeniledi. Hollywood ya da tüm diğer ticari filmerin hep öyle kalacak olmalarının nedeni de "okuma" sunma gibi bir dertlerinin olmaması. Ne kadar çok film o kadar kazanç ve başka şeyler yaklaşımı ile var olmaya devam eden o sevimsiz sinema sektöründe duyguyu seyirciye verme ve onu yorma yaklaşımı elbette olamaycaktır. Bu Avrupa sineasının işi; sanatı bir hamburgerden farksız görenlerin işi değil.
Gökhan Tiryaki'nin söylediği en önemli şey bence ses ve görüntünün getirmesi gereken bütünlük. Adı her çektiği film ile daha çok yankılanan Nuri Bilge'nin başarasını geteren bu ve bunun gibi elemanlara olan hakimiyeti. Aynı noktanın aktını Bella Tarr da çizmişti. Tarr 20 yılı aşkın süredir aynı görüntü yönetmeni ile çalışıyor; hatta bundan "evlilikten daha korkunç bir ilişki" olarak söz etmişti. Benzer şekilde Tarr, film müzikleri için uzun zamandır aynı müzisyen ile çalışıyor. Tarr gibi avantgarde, ince, zor, okumalık işler yapan büyük bir yönetmenin film çekmeyi bıraktığı film, Torino Atı, elbette bunlar ve benzeri öğelerin farklı ve zirvede kullanılması beklenirdir. Öyle olduğunu da Gökhan Tiryaki yeniledi. Hollywood ya da tüm diğer ticari filmerin hep öyle kalacak olmalarının nedeni de "okuma" sunma gibi bir dertlerinin olmaması. Ne kadar çok film o kadar kazanç ve başka şeyler yaklaşımı ile var olmaya devam eden o sevimsiz sinema sektöründe duyguyu seyirciye verme ve onu yorma yaklaşımı elbette olamaycaktır. Bu Avrupa sineasının işi; sanatı bir hamburgerden farksız görenlerin işi değil.
14 October 2011
26 July 2011
Benim Adım Kırmızı üzerine notlar 2
Orhan Pamuk nasıl yazacağını biliyor. Benin Adım Kırmızı yoğun bir emeğin ve çalışmanın örneği; hop diye tamamlanmış bir kitap değil, aksine arkasında önemli bir birikim var. Kabaca bir cinayet biraz da aşk hikayesi ama kurgusu ve "montajı" onu okunası kılıyor. Karakterler - özellikle katil- son derece hassas oluşturulmuş, kiminle bol bol haşır neşir olduğu açık (bkz. Benim Adım Kırmızı üzerine notlar 1). Ve yine pek bir dini bütünlük. Daha Pamuk okumak iyi olur.
25 July 2011
Paulo Coelho- Zahir
Tam bir "çok satanlar" kitabı. Bu listedeki kitapları okuyan ve kendini dünya ve başkalarının düşünceleri arasına sıkıştırmış olan insanların "aman P. Coelho okudum,pek güzel yazmış, hayatım değişti, farklı düşündüm, çok değiştim" diyecekleri kitap.
Bence başarısız edebiyat. Eğer bir ruhsal yolculuksa bahsetmek istenen bu okuyucunun gözünün içine sokula sokula anlatılmamalı. Kahraman (batılı ve bir anlamda moron) nasıl olur da şıp diye değişir? Hastaneye yattım, ışık gördüm, gaipten ses geldi, kafaya ayar çektim... Kesinlikle duygusal derinlikten yoksun, toplum ve tabular sizi ele geçirmiş diye bas bas bağıran klişe kitaplardan. Arka kapakta yazdığı gibi unutulmaz hikaye filan değil. Steplerdeki yolculuk da son 30 sayfaya sıkıştırılmayı hak mı ediyor? (Aman iki rüzgar duydum, biraz boşluk, oh mis artık erdim, herkesi kutsayabilirim.) İçsel yolculuk o modern şehir kabilesinin yanında geçirilen iki gece ile mi tamamlanıyor? Nasıl bir gidişat ve nasıl bir son?
Bana kalırsa P. Coelho' nun artık canı sıkılmış. Nasılsa milyonlarca satılıyor, popüler kültür delisi Türkiye'de bir yılsa 20 baskı yapıyor diye ününü kullanıp kestirmeden kitap yazıyor. Bir de Kazakistan'a filan gitmiş dayı, şöyle bi hayal edip yazmış gibi duruyor.
Ayrıca Can Yayınları da saçmalamış. Elimdeki baskı 20. baskı. Baba sen hiç mi kontrol etmezsin kitabındaki hataları. Yanlış kelimeler, yarıda kesilen cümleler, koca koca paragraflar, tekrarlar... Çeviri de rezalet bana kalırsa. "Gaipten gelen ses" nedir ya hu?Bende güzel tatilimde sinir yaptı.
Ya da ben hiçbir şey anlamadım. Ona da eyvallah.
Yine de :
Sevgi (aşk) tek kişi ile sınırlandırılamaz. Eğer öyle ise evlilik -yaşam- sevgisizlik dolu bir sevgi hikayesine dönüşür.Gönül geniştir. Kimseye kendini kabul ettirmek için sevgini sunma, kalıba girmeden yeryüzünde dolaşan özgür sevgi ile herkesi sev. Geçmişin sana bu sevgiyi taşımadan engel olmasın.
Ayna geyiği: ...bana baktı ve çirkin olduğunu düşündü. sf 171.
Cinsellik geyiği: neden günah? sf 149
Aşk geyiklerinden: alışmak, huyunu suyunu bilmek değildir. sf 217
Toplumsal geyikler: kurallar ama feci klişe. çok satan dışını açmaz. sf 250
09 July 2011
Benim Adım Kırmızı üzerine notlar 1
Katilin ruhsal halinin çelişkileri fazla fazla Dostoyevski kokuyor.
25 April 2011
BéLA TARR: Bir Sinema Atölyesi (Bölüm II)
Söyleşi sonuna doğru Béla Tarr'dan yanıtlar ve kimi anektodlar:
*Film çekmeyi bırakmaya nasıl karar verdi? Bu 2008'de Fransa Cannes Film festivalinde kendisi ile yapılan bir söyleşi sırasında açıkdığı bir kararmış. Tek film daha yapacağını ve istediği filmi yapabilirse ve film yapmayı bırakacağını söylemiş. Çünkü, bir sinema felsefecisi olarak, yaptığı işler bir çemberi oluşturacak nitelikte. Son filmi ile de bu çemberi tamamladığını söylüyor. Eğer devam etseymiş bu kendini tekrardan ibaret olrmuş ve gençlerin kendisi için "bu yaşlı adam yine aynı şeyleri yapmaya devam ediyor" demelerini istemiyormuş. İşte bu yüzden çemberini tamamladığı Torino Atı ile film yapmaya son veriyor. Ama bir yandan da ekliyor: Film yamak uyuşturucu gibi ve bu uyuşturucuyu bırakmak nasıl olacak çok merak ediyorum.
*Komünizmde sansür politikti; kapitalizimde ise pazarın sansürüne maruz kalıyorsunuz.
*Kıymetin ne olduğunu bilmiyorum; ama kıyamek bir TV programı gibi geliyor. Biz Torino Atı'nda da dünyanın gün be gün ölmekte olduğunu anlatmaya çalıştık.
*Torino Atı için asla çalışma istemeyen bir ata ihtiyacımız vardı, biz de asla çalışmak istemeyen bir at bulduk.
*Biz izleyici olarak beni gerçekten harekete geçirecek şeylere ihtiyacım var.
*Yine de filmden tam kopmayacağım. Evet, film yapmayı bıraktım ama Berlin'de genç yönetmenlere yardım etmeye çalışıyorum. Amacım onları etkilemek kesinlikle değil, sadece onlara anlatmak istedikleri şeyleri daha iyi anlatmalarına ve anlatımlarını daha çok sorgulamalarına yardımcı olmaya çalışıyorum.
*Komünizmdeki hiyerarşinin farklı halini şimdi görüyoruz. Normal bir toplumla hiç karşılaşmadım. Her yerde kapitalizmi görebilirsiniz; fakat ben asıl insanlar arasında neler olduğunu merak ediyorum ve hep insanlar arasında olanları göstermeye çalıştım.
*Bence film sette bitmelidir. Montaj gibi ıvır zıvırlar hikaye. Godard'ın dediği gibi: Gerçek yönetmen filmi sadece kamerada bitirir.
* Bizimkiler gibi filmler ile Holywood filmleri arasındaki fark gerçek bir mutfat yemeği ile fastfood arasındaki fark gibidir. Holywood için film ne kadar çabuk tüketilirse o kadar çok kar demektir. Burda gerçek problem ise onların sizi birer çocuk olduğunuza inanmaları, hamburger ve peri masalları ile mutlu olacağınızı düşünmeleridir. Oysa bizim için siz ne yapmak istediğinize kadar verebileb, düşünebilen yetişkin insanlar yerine koyarız. Holywood sizi basitleştirir, aşağılar ve sömürür. Bunu her ülkede yapabilirler ve yapıyorlar.
İki saatin ardından sigara içme istediğe daha fazla dayanamayan Tarr "Let's smoke" diyip söyleşiyi bitirir ve kendisini dinlemeye gelen gençler ile birlikte dışarıda sohbet etmeye devam eder.
*Film çekmeyi bırakmaya nasıl karar verdi? Bu 2008'de Fransa Cannes Film festivalinde kendisi ile yapılan bir söyleşi sırasında açıkdığı bir kararmış. Tek film daha yapacağını ve istediği filmi yapabilirse ve film yapmayı bırakacağını söylemiş. Çünkü, bir sinema felsefecisi olarak, yaptığı işler bir çemberi oluşturacak nitelikte. Son filmi ile de bu çemberi tamamladığını söylüyor. Eğer devam etseymiş bu kendini tekrardan ibaret olrmuş ve gençlerin kendisi için "bu yaşlı adam yine aynı şeyleri yapmaya devam ediyor" demelerini istemiyormuş. İşte bu yüzden çemberini tamamladığı Torino Atı ile film yapmaya son veriyor. Ama bir yandan da ekliyor: Film yamak uyuşturucu gibi ve bu uyuşturucuyu bırakmak nasıl olacak çok merak ediyorum.
*Komünizmde sansür politikti; kapitalizimde ise pazarın sansürüne maruz kalıyorsunuz.
*Kıymetin ne olduğunu bilmiyorum; ama kıyamek bir TV programı gibi geliyor. Biz Torino Atı'nda da dünyanın gün be gün ölmekte olduğunu anlatmaya çalıştık.
*Torino Atı için asla çalışma istemeyen bir ata ihtiyacımız vardı, biz de asla çalışmak istemeyen bir at bulduk.
*Biz izleyici olarak beni gerçekten harekete geçirecek şeylere ihtiyacım var.
*Yine de filmden tam kopmayacağım. Evet, film yapmayı bıraktım ama Berlin'de genç yönetmenlere yardım etmeye çalışıyorum. Amacım onları etkilemek kesinlikle değil, sadece onlara anlatmak istedikleri şeyleri daha iyi anlatmalarına ve anlatımlarını daha çok sorgulamalarına yardımcı olmaya çalışıyorum.
*Komünizmdeki hiyerarşinin farklı halini şimdi görüyoruz. Normal bir toplumla hiç karşılaşmadım. Her yerde kapitalizmi görebilirsiniz; fakat ben asıl insanlar arasında neler olduğunu merak ediyorum ve hep insanlar arasında olanları göstermeye çalıştım.
*Bence film sette bitmelidir. Montaj gibi ıvır zıvırlar hikaye. Godard'ın dediği gibi: Gerçek yönetmen filmi sadece kamerada bitirir.
* Bizimkiler gibi filmler ile Holywood filmleri arasındaki fark gerçek bir mutfat yemeği ile fastfood arasındaki fark gibidir. Holywood için film ne kadar çabuk tüketilirse o kadar çok kar demektir. Burda gerçek problem ise onların sizi birer çocuk olduğunuza inanmaları, hamburger ve peri masalları ile mutlu olacağınızı düşünmeleridir. Oysa bizim için siz ne yapmak istediğinize kadar verebileb, düşünebilen yetişkin insanlar yerine koyarız. Holywood sizi basitleştirir, aşağılar ve sömürür. Bunu her ülkede yapabilirler ve yapıyorlar.
İki saatin ardından sigara içme istediğe daha fazla dayanamayan Tarr "Let's smoke" diyip söyleşiyi bitirir ve kendisini dinlemeye gelen gençler ile birlikte dışarıda sohbet etmeye devam eder.
17 April 2011
BéLA TARR: Bir Sinema Atölyesi (Bölüm I)
Aslında Béla Tarr hakkında bir şeyler söyleyebilmek, onun filmleri üzerine konuşmak için bir filmini izlemek ve söyleşisini dinlemiş olmak yetersiz. Çünkü Béla Tarr ne yapmak istediğini bilmiş ve bunları sıra ile yapmış bir sinemacı. Kendisi de filmlerinin bir sırası olduğunu ve anlatmak istedikleri için birlikte bir halka oluşturduklarını söylüyor. Bu oldukça önemli; çünkü O bir "sinemanın felsefecisi" olarak anılıyor ve bir felsefecinin anlattıkları anlayabilmek için de kitabını baştan okumak gerekiyor.
Béla Tarr'ın son filmi olan Torino Atı (2011) gösterimi için 30. İFF vesilesiyle İstanbul'daydı. Kensidinin kesinlikle reddettiği bir sinema "workshop"unu söyleşiye dönüştürdü; çünkü onun için sinema öğretilmez, öğrenilir. İşte bu iki saatlik söyleşiden derleme:
Macar sinemacının ilk deneyimi 16 yaşındayken 8mm'lik bir kamera ile çektiği 20 dakikalık Çingene işçiler üzerine bir belgesel. İşe böyle bir çalışmayla başlamasının sebebi Çingenelerin komünist Macar hükümetine yazdıkları bir mektup. Mektupta işçiler, Macaristan'da yaşamlarını sürdürebilecekleri bir iş bulamadıklarını belirtiyor ve göç edebilmek için izin istiyorlarmış. Fakat Tarr'ı etkileyen sadece mektubun yazılma sebebi değil ama aynı zamanda mektupta kullanılan dil. Tarr'ın söylediğine mektubun dili çarlık Rusya'sında, Çar'a ithafen, eğitimli bir kişi tarafından kaleme alınmışçasına özenli ve kusursuzmuş. Bu ilham Tarr'a ilk denemesini Çingeneler üzerine bir belgesel olarak yaptırıyor.
Üniversiteye gitmek istediğinde ise tüm başvurular reddediliyor ve kendisine verilen cevapta Macaristan'daki hiçbir üniversiteye kabul edilmeyeceği yazıyor. Bunun üzerine 2 yıl boyunca tershanelerde çalışıyor ve 22 yaşında "Family Nest"i çekiyor, Çekimler 5 gün sürüyor.
Béla Tarr amatör işleri ile dikkat çekerken Macar sinema teoricisi Bela Balanz'dan etkilenen genç bir sinemacı gruba katılıyor. Grup olarak tek temel noktaları var: gerçekçilik. Ve Üslupları da saf-i sanat. Tarr kendisini ve ekibi biçimlendiren şeyin dönemin Macar sineması olduğunu vurguluyor. Sahte hikayeler, kötü aktörlerle dolu, gerçeklerden uzak bir sinema anlayışına karşı bir duruş sergilemek ve aslında sinemanın bu şaçmalıklardan başla bir şey olduğunu göstermek istiyorlar. Ekip aynı zamanda dünyanın gidişatını da kabul etmek istemiyor ve filmleriyle bunu kanıksayıp insanlara gösterme çabası içine giriyorlar. Kendileri için bir başka önemli nokta ise her zmaan ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmak. "Çünkü" diyor Tarr "filmlerin bütçesini kendi cebinizden vermiyorsunuz, o paralar başka insanlara ait ve onlara karşı sorumluluğunuz var". İşte bu sorumluluk onları çok sıkı ve ince çalışmaya yöneltiyor.
Béla Tarr'ın dünyayı sinema ile değiştirebileceğine dair inancı ise ilk filmi ile son buluyor. "Bu filmi yaptım ve dünya değişmedi" diye itiraf ediyor konuşma sırasında ama bu itirafı kendine yapabilmesi son derece zor olmuş. Depresif, kötü bir dönem geçirmiş. Sonradan sonurunun sadece sosyolojik olmadığını, ardından sadece mantık olmadığını ve sorunun dünyada olduğunu görmüş. Bunu da son filmi Torino Atı'nda anlattığını söylüyor.
Tüm bu "dünyasal sorun"a rağmen filmlerinde olduğu iddaa edilen umutsuzluğu reddediyor. Hatta bu kelimeden dahi hoşlanmıyor. Diyor ki "Umutsuzluğu göstermek için film yapmadım. Eğer umutsuz olsaydım kendimi asardım, film yapmazdım. Oysa filmlerimde geleceğe dönük iyimserlik var. Filmlerle size güç vermek, sizi ayakta tutmak istiyorum." İzleyiciye GİT BİR ŞEYLER YAP mesajını veriyor ve onu kaldırmak istiyor.
Béla Tarr film çekmenin tamamen pratik bir iş olduğunu söylüyor. Elinize kamerayı alıp işe başlamadan, hata yapıp bunlardan ders çıkarmadan film yapılmayacağını söylüyor. "Aydınlatmak istemediğiniz yere ışık vermez, duvarı değil aktörü aydınlatırsınız; çünkü önemli olan duvar değil aktördür."
Tarr'da müzik:
Müzik filmde onun için bir başrol. Aktör, ekan, ruhsal iletişim ne kadar önemliyse müzik de en az o kadar önemli. Almanac of Fall (1984) filminden bu yana Mihaly Vig ile çalışıyor. Birlikte yaptıkları ile çalışmada Tarr'da stüdyoya müzisyen ekip ile birlikte stüdyoya girip sürekli fikrini söylüyormuş. Fakat farketmiş ki kimse onu dinlemiyor ve söylediklerini önemsemiyor. 1 saation sonunda ise oradan ayrılmış. O zamandan beri Vig besteleri yapıyor ardından Tarr besteler üzerine yorum ve film için seçim aşamasına katılıyormuş.
Tarr'da Aktör:
"Oynama, ol." Tarr'ın birlikte çalıştığı aktörlerden isteğini tek şey bu. Aktör seçinde onun ,çin önemli olan film karakteri ile aktörün kişiliğinin uyuşması. Çünkü O'na göre aktör kamera karşısında bir süre sonra çıplak kalıyor ve ne kadar iyi olursa olsun oynayanların Tarr'ın setinde işi yok. Aktörlerine karşı adaletli davranmaya ve onlara güven vermeye dikkat ediyor.
Tarr'da Stil:
Eldeki imkanların farkında olmanın çok önemli olduğunu söylüyor. Sinematografın da sınırları var ve neler yapabileceğini bilmek gerekli, diye ekliyor. Tarr, 1990 yılından bu yana görüntü yönetmeni (sinematograf) Fred Kelemen ile birlikte çalışıyor ve 21 senenin neredeyse bir evlilikten daha kötü olduğunu söylüyor. Fred Kelemen ile iyi işleri çıkarıyorlar; çünkü birbirlerini anlıyorlar ve sınırlarını biliyorlar. Sette despot olduğunu itiraf ediyor. Mekan seçimlerini sadece kendisi yapıyor. Orada uzun saatler geçirdiğini, sahneleri, ışığı hayal ettiğini, akötürn nereden gireceğini, nerede hangi sözleri sarf edeceğini tek tek kuruyor. Ardından ekibe dönüp bu böyledir diyor ve kurduğu şeylerin dışına çıkılmasını kabul etmiyor. Buna rağmen üstüne basarak vurguladığı filmin bir ekip işi olduğu ve hiçbir zaman "benim filmim" değil "bizim filmimiz" dediği. Ekipteki herkesin birbirini dürtmesi gerektiğini söylüyor; çünkü "film yapmak birlikte ilerleyen bir iştir" diyor, "önemsiz olduğu düşünülen gardolaptan aktörlere kıyafetlerini veren çocuğun tavrı tüm gübü belirleyebilir".
Béla Tarr'ın son filmi olan Torino Atı (2011) gösterimi için 30. İFF vesilesiyle İstanbul'daydı. Kensidinin kesinlikle reddettiği bir sinema "workshop"unu söyleşiye dönüştürdü; çünkü onun için sinema öğretilmez, öğrenilir. İşte bu iki saatlik söyleşiden derleme:
Macar sinemacının ilk deneyimi 16 yaşındayken 8mm'lik bir kamera ile çektiği 20 dakikalık Çingene işçiler üzerine bir belgesel. İşe böyle bir çalışmayla başlamasının sebebi Çingenelerin komünist Macar hükümetine yazdıkları bir mektup. Mektupta işçiler, Macaristan'da yaşamlarını sürdürebilecekleri bir iş bulamadıklarını belirtiyor ve göç edebilmek için izin istiyorlarmış. Fakat Tarr'ı etkileyen sadece mektubun yazılma sebebi değil ama aynı zamanda mektupta kullanılan dil. Tarr'ın söylediğine mektubun dili çarlık Rusya'sında, Çar'a ithafen, eğitimli bir kişi tarafından kaleme alınmışçasına özenli ve kusursuzmuş. Bu ilham Tarr'a ilk denemesini Çingeneler üzerine bir belgesel olarak yaptırıyor.
Üniversiteye gitmek istediğinde ise tüm başvurular reddediliyor ve kendisine verilen cevapta Macaristan'daki hiçbir üniversiteye kabul edilmeyeceği yazıyor. Bunun üzerine 2 yıl boyunca tershanelerde çalışıyor ve 22 yaşında "Family Nest"i çekiyor, Çekimler 5 gün sürüyor.
Béla Tarr amatör işleri ile dikkat çekerken Macar sinema teoricisi Bela Balanz'dan etkilenen genç bir sinemacı gruba katılıyor. Grup olarak tek temel noktaları var: gerçekçilik. Ve Üslupları da saf-i sanat. Tarr kendisini ve ekibi biçimlendiren şeyin dönemin Macar sineması olduğunu vurguluyor. Sahte hikayeler, kötü aktörlerle dolu, gerçeklerden uzak bir sinema anlayışına karşı bir duruş sergilemek ve aslında sinemanın bu şaçmalıklardan başla bir şey olduğunu göstermek istiyorlar. Ekip aynı zamanda dünyanın gidişatını da kabul etmek istemiyor ve filmleriyle bunu kanıksayıp insanlara gösterme çabası içine giriyorlar. Kendileri için bir başka önemli nokta ise her zmaan ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmak. "Çünkü" diyor Tarr "filmlerin bütçesini kendi cebinizden vermiyorsunuz, o paralar başka insanlara ait ve onlara karşı sorumluluğunuz var". İşte bu sorumluluk onları çok sıkı ve ince çalışmaya yöneltiyor.
Béla Tarr'ın dünyayı sinema ile değiştirebileceğine dair inancı ise ilk filmi ile son buluyor. "Bu filmi yaptım ve dünya değişmedi" diye itiraf ediyor konuşma sırasında ama bu itirafı kendine yapabilmesi son derece zor olmuş. Depresif, kötü bir dönem geçirmiş. Sonradan sonurunun sadece sosyolojik olmadığını, ardından sadece mantık olmadığını ve sorunun dünyada olduğunu görmüş. Bunu da son filmi Torino Atı'nda anlattığını söylüyor.
Tüm bu "dünyasal sorun"a rağmen filmlerinde olduğu iddaa edilen umutsuzluğu reddediyor. Hatta bu kelimeden dahi hoşlanmıyor. Diyor ki "Umutsuzluğu göstermek için film yapmadım. Eğer umutsuz olsaydım kendimi asardım, film yapmazdım. Oysa filmlerimde geleceğe dönük iyimserlik var. Filmlerle size güç vermek, sizi ayakta tutmak istiyorum." İzleyiciye GİT BİR ŞEYLER YAP mesajını veriyor ve onu kaldırmak istiyor.
Béla Tarr film çekmenin tamamen pratik bir iş olduğunu söylüyor. Elinize kamerayı alıp işe başlamadan, hata yapıp bunlardan ders çıkarmadan film yapılmayacağını söylüyor. "Aydınlatmak istemediğiniz yere ışık vermez, duvarı değil aktörü aydınlatırsınız; çünkü önemli olan duvar değil aktördür."
Tarr'da müzik:
Müzik filmde onun için bir başrol. Aktör, ekan, ruhsal iletişim ne kadar önemliyse müzik de en az o kadar önemli. Almanac of Fall (1984) filminden bu yana Mihaly Vig ile çalışıyor. Birlikte yaptıkları ile çalışmada Tarr'da stüdyoya müzisyen ekip ile birlikte stüdyoya girip sürekli fikrini söylüyormuş. Fakat farketmiş ki kimse onu dinlemiyor ve söylediklerini önemsemiyor. 1 saation sonunda ise oradan ayrılmış. O zamandan beri Vig besteleri yapıyor ardından Tarr besteler üzerine yorum ve film için seçim aşamasına katılıyormuş.
Tarr'da Aktör:
"Oynama, ol." Tarr'ın birlikte çalıştığı aktörlerden isteğini tek şey bu. Aktör seçinde onun ,çin önemli olan film karakteri ile aktörün kişiliğinin uyuşması. Çünkü O'na göre aktör kamera karşısında bir süre sonra çıplak kalıyor ve ne kadar iyi olursa olsun oynayanların Tarr'ın setinde işi yok. Aktörlerine karşı adaletli davranmaya ve onlara güven vermeye dikkat ediyor.
Tarr'da Stil:
Eldeki imkanların farkında olmanın çok önemli olduğunu söylüyor. Sinematografın da sınırları var ve neler yapabileceğini bilmek gerekli, diye ekliyor. Tarr, 1990 yılından bu yana görüntü yönetmeni (sinematograf) Fred Kelemen ile birlikte çalışıyor ve 21 senenin neredeyse bir evlilikten daha kötü olduğunu söylüyor. Fred Kelemen ile iyi işleri çıkarıyorlar; çünkü birbirlerini anlıyorlar ve sınırlarını biliyorlar. Sette despot olduğunu itiraf ediyor. Mekan seçimlerini sadece kendisi yapıyor. Orada uzun saatler geçirdiğini, sahneleri, ışığı hayal ettiğini, akötürn nereden gireceğini, nerede hangi sözleri sarf edeceğini tek tek kuruyor. Ardından ekibe dönüp bu böyledir diyor ve kurduğu şeylerin dışına çıkılmasını kabul etmiyor. Buna rağmen üstüne basarak vurguladığı filmin bir ekip işi olduğu ve hiçbir zaman "benim filmim" değil "bizim filmimiz" dediği. Ekipteki herkesin birbirini dürtmesi gerektiğini söylüyor; çünkü "film yapmak birlikte ilerleyen bir iştir" diyor, "önemsiz olduğu düşünülen gardolaptan aktörlere kıyafetlerini veren çocuğun tavrı tüm gübü belirleyebilir".
GRAPPA
İtalyan iksiri GRAPPA Toskana ve Veneto bölgelerinde 600 yıl önce şarap üretiminde çalışan çiftçilerin büyük keşfi grappa. Çiftçi bütün gününü şarabın kokusu, rengi ve çilesiyle geçiriyor, sıra tadına bakmaya, akşam evde yorgunluğu bir kadeh ile şarap ile bastırmaya gelince parası yetmiyordu. Yokluktan kaynaklanan bir keşifle grappa doğdu. Şarap üretiminden arta kalan çekir- dek, sap, kabuktan oluşan posayı damıtarak hazırladıkları grappa o zamanlarda günü kurtaran, soğuğa karşı direnç artıran, yorgunluğu alan sade vatandaş içkisiyken, son otuz yılda bugünkü yerini buldu. İtalyan restoranlarında yemekten sonra servis edilen grappa günümüzün gözde kurtarıcı kahramanlarından biri. Alkol oranı yüzde 40-45 arası değişebilen grappa’nın, dört farklı çeşidi var. Damıtıldıktan sonra en geç bir yıl içinde şişelenen çeşidi eskiden yapılan haline en yakın, en sert olanı. Meşe fıçılarda bir yıldan fazla bekletilen, üzümlerin fermante edilmesiyle bu süre içinde aroma ve baharatlarlardan tadını alan ‘acquavite d'uva’nın içimi daha kolay. Diğer iki çeşidi ise daha aromatik. Biri ‘muscato’ adı verilen kendinden aromalı, muskat üzümlerinden yapılıyor; diğeri meyve, bitkisel karışımlar, bal veya likör ile tatlandırılmış aroması sonradan eklenmiş bir cins. Grappa nedir? Şarap yapımından arta kalan kabuk, sap ve çekirdeklerin damıtılmasıyla elde edilen alkollü bir içkidir. Güney Asya'da doğup Mısır ve Yunanistan'a yayıldığına ve Romalıların keşfetmesiyle İtalya'ya ulaştığına inanılır. İmalatının özünde üzümlerin posalarının buharlı bakır kap imbiklerde damıtılması vardır. Yüksek sıcaklıkta kaynatılan posadan yükselen alkol buharından meydana geldiği için grappada kullanılan üzüm siyah da olsa beyaz da, ortaya çıkan ürün şeffaf olur. Sadece yıllanmış grappalar renk değiştirerek altın rengine yakın bir görüntü alır. Grappa bir aperitif mi? Grappa geçmişte, "sade vatandaşın, sade içkisi" olarak bilinirdi. İnsanlar onu ısınmak ve enerji sağlamak için içerdi. O yüzden de sabah, akşam, yemekten önce veya sonra onlar için hiç fark etmezdi. Ama son 20 yılda grappanın kıymeti arttı. Bugün grappa daha çok zevk ve keyif için tercih ediliyor. Bu da onu yemeklerden önce aperitif veya yemeklerden sonra hazmı kolaylaştırması için içilen bir içki yapıyor. Nasıl içmeli? Grappa ateşli ve lezizdir, mutlaka soğuk içilmeli. Alkol oranının yüksek olması nedeniyle buzlukta bile saklayabilirsiniz. Sonra içeceğiniz kıvama bardağı ellerinizle kavyarak getirebilirsiniz. Genç grappa 8-12°C, yıllanmış grappa ise 12-15°C'de içilir. Sek içecekseniz, hakkını vermek için, aromasını hava ile teması sayesinde artıran lale formunda özel ‘eaux-de-vie’ (fransızca ‘hayat suları’ anlamına geliyor) bardakları ile kokusuna da doyarak içmelisiniz. Genelde shot olarak içilir ama asıl makbul ve doğru olan grappa’yı bardağında yuvarlayarak, kokusunu alarak şarap gibi içmek. Bu arada evet, grappa harika bir hazmettirici ama aynı amanda iyi bir aperitif de olabiliyor. Yemekten önce havyarla deneyin. Espresso ile uyumu Caffè corretto, kahve içine tatlandırıcı olarak dijestif damlatılarak servis edilir. Bu içimde genelde tercih edilen kahve espresso, dijestif de grappa. Kahvenin işin içine girmesiyle, İtalyanlar bu adabı sabahların ayılma espresso'suna da uyarlamışlar ama işin gerçek adabına göre, caffè corretto’nun da içilme vakti yemeklerden sonra. Kaç çeşit grappa var? Grappa yoktur, grappalar vardır. Tıpkı şarabın değil, şarapların olması gibi. Ama İtalya'daki Ulusal Grappa Tadımcıları Derneği dört ana grappa olduğunu kabul eder. Bunlardan ilki genç grappalardır. Damıtıldıktan sonra en fazla bir yıl içinde şişelenirler. Bir de yıllanmış olanlar vardır. Onlarsa bir yıldan fazla meşe fıçılarda bekletilir ve bu işlem sonucunda tahtanın, içine konan aroma ve baharatların tadını alırlar. Böylece içimi kolaylaşan, yabancıların daha rahat tüketebileceği bir grappa meydana gelir. Üçüncü grappalar kendinden aromatik olanlardır. Moscato adını verdiğimiz bu tür muskat üzümlerinden yapılır. Son tür ise aroma eklenen grappalar. Bunlar bitkisel karışımlar, meyveler, bal veya likörlerle tatlandırılanlardır. Kaynaklar: http://www.milliyet.com.tr/2007/01/22/pazar/paz01.html http://www.sarapmarketi.com.tr/kategori/sarap/organic-saraplar/grappa.aspx |
Manifesto III Üzerine Bir Not
Liderlerin kitleleri peşinlerinden sürükleyebilmeklerinin sırrı iç model kontrolör prensibidir. Hitler, Alman halkını iyi biliyordu ve tüm Alman halkını yönetirken onları çok iyi bildiğini, açığa vuramadıkları tüm kin ve nefretlerini kanalize edebileceklerini ve bu kanalizasyonun da yönünü gösterdi. Almanların aradıkları babayı oynadı. Onların kendisiyle özdeşleşmelerini sağladı. O kürsüde konuşurkeb insanlar kensi hisleri dile geliyormuşçasına göz yaşı döküyor, nefret ile haykırıyorlardı. Hitler koca bir ulusu kontrol edebildi, O onların hem içindeydi hem de onlar kendilerini Hitler'de buldular.
MANİFESTO III
İç model kontrolör: Seni kontrol edebilmem için seni içimde bulundurmalıyım/ benim kontrolüme girebilmen için kendini bende bulmalısın; kendini benimle özdeşleştirmelisin
AYTER TUNÇ: BİR DELİLER EVİNİN YALAN YANLIŞ ANLATILAN KISA TARİHİ
Evet, Türk edebiyatına yabancıyım. Fazla örneğini bilmem, çok yazar tanımam. Çünkü -nedense- alacağım bir Türk kitabının beni her zaman hayal kırıklığına uğratacağını düşünürüm. Kimi yerli kimi yersiz bir yargı. Ama itiraf edeyim ki az da olsa okumaya başladığım Türk yazarlar bendeki bu inancı kırma yönünde adımlar atıyorlar ve bu denli uzak olduğum için beni utandırıyorlar.Son okuduğum ve yayınlandığı günden beridir merak ettiğim bir kitaptı Ayfer Tunç'un 2010 etiketli kitabı. Tabiki daha önceki eserlerinden bihaberim. Oysa kitapları çeşitli dillere çevrilmiş ve ödüller almış. B.D.E.Y.Y.A.K.T. ise türkçede pek örneğinin olduğunu düşünmediğim, arkasında "karakter indeksi"nin olduğu bir roman. Bunu kitabın yaprına geldiğimde farkettim ama biraz daha etkilendiğimi söylemeyliyim.
Hikaye, uzayda bir n-boyutlu (x(0),t0) noktadan başlayıp (Karadeniz'e sırtını vermiş bir akıl hastanesi) boyutunu genişleterek ilerliyor ve eski boyutuyla başlangıç noktasına dönüyor. Evet, bir kitabı uzayda böyle bir tarifle sunmak mümkün ve bence bir kitap içi,n bunu söyleyebilmek güzel(*).
Roman, sırtı denize dönük akıl hastanesinden çıkıp sırtı denize dönül bir Türkiye gezisi yapıyor. Dört bir köşeye uğrayıp son Osmanlı paşalarından, Türklerden, Kürtlerden, Çerkezlerden, Abazalardan, Lazlardan, Ermenilerden, Rumlardan, ibnesinden, eşcinselinden, Amerika'ya giden beyinlerden, geçmişini yadsıyandan, ona sıkı tutunandan, yan gelip yatandan, dişini tırnağına takıp çalışandan, bezginden, azimlisinden, küfürbazından, serserisinden, kumarbazından, yiğidinden, beli silahlı dayısından, öksüzünden, yetiminden, sapığından, kolpasından, ressamından, çevrecisinden, bürokratından, antikacısından, fırsatçısından, okumuşundan, dokumuşundan, delisinden, zır delisinden, cingözünden, artistinden, çapkınından, cilvelisinden, polisinden, müzisyeninden, eşkiyasından, doktorundan, bu koca deliler evinin her delisinden numunelerle"bollu" bir anlatı sunuyor. B.D.E.Y.Y.A.K.T, sırtı denize dönük bu deliler ülkesini resimleyen iyi ve farklı bir roman. Okurken bir indekse gerçekten ihtiyacınız oluyor.
* Bir de Carlos Fuentes'in Terra Nostra (İşbankası Kültür Yayınları, 2005) böyledir. Roman tarihinde dönüm sayılan eserlenden. Meksikalı yazarın bu kitaptaki zaman boyutu çok daha geniş ve ayrıktı.
20 February 2011
MARVO LIVADI
2010 Yunan yapımı olan film IF 2011 kapsamında Türkiye'de gösterildi. 1654 yılına ait sıradışı bir aşk ve özgürleşme hikayesi olan film özellikle ilk yarısındaki görüntüleri ile izleyeni etkiliyor (Bana görüntüleriyle çok etkilendiğimWinterstilte(2008) filmini anımsattı). İşte bu yüzden olsa gerek filmin En İyi Görüntü Yönetmenliği Ödülü var. Sofia Georgovassili rolünün hakkını veriyor ve her bakışında sahip olduğu büyük sırrın utangaçlığını, korkaklığını ve tedirginliğini yansıtıyor. Zaten performansı ile Sevilla Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü almış olması şaşırtıcı değil.
Hikaye aslında bir başkaldırı hiyayesi. Genç rahibenin dini tutsaklığı bedenini ve ruhunu dizlinleme çabası firardaki yeniçerinin gelişi ile imkansız hale geliyor. Öte yanda ise ailesinde koparılıp bir asker olmaya zorlanmış bir yeniçeri var. Genç rahibe, özgürlüğü için tek yardımcısı olabilecek yeniçeri ile arasındaki farklı aşmak için ölümü bile göze alıyor.
Bana kalırsa bu film bir aşk filmi değil, aksine bir özgürlük filmi.
28 January 2011
Peki ya bir köpekbalığı sizi karada kovalarsa?
Siz taşlık bir kıyıda otururken yavaşça kıyıya yaklaşıyor. Ayağa kalkıp arkanızdaki yükseltiye tırmanınca ondan kurtulacağınızı sanıyorsunuz ama çıktığınızda bir de bakıyorsunuz o da çıkmış. Ormana doğru koşarken peşinizden geliyor. Nasıl ilerlediğini anlayamıyorsunuz; ama aslında çok da önemli değil. Nihayetinde hızla sizi izliyor.
20 January 2011
ELMALI TART
Ay neymiş bunlar? Elmalı tartmış efendim, nacizane. Evim var ve evet hamaratım. Ama yap ikinciye dense ilki gibi olmaz. Neden? Efendim eşref saatidir, el ayarıdır, kafa dengesidir. E tabiki net bir tarif yok. Çünkü yapıyorum, ya olmazsa diye yazmıyorum bir yere, güzel oluyor ama ben unutuyorum =)
Aslında dolabımdaki biraz eskimiş ama atılmaya kıyılamayan kırmızı elmalarım ihlam verdi. Sonra nasıl elmalı tart yapılır diye birazcık "surf" yaptım. Fakat ne elimdeki malzemeler tariflere uydu ne de ben o tarifleri tuttum.
40 gram kadar tereyağını yumuşattıktan sonra karıştırma kabına alıp şeker ve un ilave ederek yoğuruyoruz. Yağ kokusu rahatsız eder denilirse içine vanilya aroması da konulabilir ama elma tadını bastırmaması önemli. Bu arada, elde 6 tane tart kalıbı olduğundan ölçüyü kaçırmamamak lazım. Bunlar tabi hep göz kararı ama hamur fazla sert olmamalı. Yağ yumuşadıkça insanın un koyası geliyor ama aldanmamak lazım diye düşünüyorum. Kıvama gelen hamuru streçfilme sarıp buzdolabına koyuyoruz. Sonra iki büyük (3 küçük) elmanın kabukları soyup, çekirdeklerini çıkarıp kıyıyoruz. Tavaya şekeri ve elmaları koyup pişirmeye başlıyoruz. İçine biraz karanfil, tarçın ve kıyılmış ceviz ekliyoruz. Tarçını abartmayalım; çünkü acı yapabilir. Elma ve cevizleri kıymayı özellikle tercih ettim, yerken ağza gelsin, hissedilsin diye.
Harç pişip soğuyunca yeterince zaman geçmiş demektir ve hamuru dolaptan çıkarabiliriz. Kalıp sayısı kadar (burada 6) eş parçaya bölüp, kalıplara bastıra bastıra yerleştiriyoruz. Ortalarına harcı koyuyoruz. 6 kalıp için 2 büyük elma son derece ideal, zira bol bol oluyor. Zaten fırında pişerken de bir miktar suyunu kaybettiğinden tepeleme olması göz korkutmasın. Önceden ısıtılmış fırında yaklaşık 20 dakika pişer ve tamamdır şekerler. (Not: Bu süre tamamen yaklaşıktır, herşey olabilir)
Ayduş da beğenir, biz de derin bir oh çekeriz ve yeni hamaratlıklara doğru yollanırız.
Subscribe to:
Comments (Atom)