Söyleşi sonuna doğru Béla Tarr'dan yanıtlar ve kimi anektodlar:
*Film çekmeyi bırakmaya nasıl karar verdi? Bu 2008'de Fransa Cannes Film festivalinde kendisi ile yapılan bir söyleşi sırasında açıkdığı bir kararmış. Tek film daha yapacağını ve istediği filmi yapabilirse ve film yapmayı bırakacağını söylemiş. Çünkü, bir sinema felsefecisi olarak, yaptığı işler bir çemberi oluşturacak nitelikte. Son filmi ile de bu çemberi tamamladığını söylüyor. Eğer devam etseymiş bu kendini tekrardan ibaret olrmuş ve gençlerin kendisi için "bu yaşlı adam yine aynı şeyleri yapmaya devam ediyor" demelerini istemiyormuş. İşte bu yüzden çemberini tamamladığı Torino Atı ile film yapmaya son veriyor. Ama bir yandan da ekliyor: Film yamak uyuşturucu gibi ve bu uyuşturucuyu bırakmak nasıl olacak çok merak ediyorum.
*Komünizmde sansür politikti; kapitalizimde ise pazarın sansürüne maruz kalıyorsunuz.
*Kıymetin ne olduğunu bilmiyorum; ama kıyamek bir TV programı gibi geliyor. Biz Torino Atı'nda da dünyanın gün be gün ölmekte olduğunu anlatmaya çalıştık.
*Torino Atı için asla çalışma istemeyen bir ata ihtiyacımız vardı, biz de asla çalışmak istemeyen bir at bulduk.
*Biz izleyici olarak beni gerçekten harekete geçirecek şeylere ihtiyacım var.
*Yine de filmden tam kopmayacağım. Evet, film yapmayı bıraktım ama Berlin'de genç yönetmenlere yardım etmeye çalışıyorum. Amacım onları etkilemek kesinlikle değil, sadece onlara anlatmak istedikleri şeyleri daha iyi anlatmalarına ve anlatımlarını daha çok sorgulamalarına yardımcı olmaya çalışıyorum.
*Komünizmdeki hiyerarşinin farklı halini şimdi görüyoruz. Normal bir toplumla hiç karşılaşmadım. Her yerde kapitalizmi görebilirsiniz; fakat ben asıl insanlar arasında neler olduğunu merak ediyorum ve hep insanlar arasında olanları göstermeye çalıştım.
*Bence film sette bitmelidir. Montaj gibi ıvır zıvırlar hikaye. Godard'ın dediği gibi: Gerçek yönetmen filmi sadece kamerada bitirir.
* Bizimkiler gibi filmler ile Holywood filmleri arasındaki fark gerçek bir mutfat yemeği ile fastfood arasındaki fark gibidir. Holywood için film ne kadar çabuk tüketilirse o kadar çok kar demektir. Burda gerçek problem ise onların sizi birer çocuk olduğunuza inanmaları, hamburger ve peri masalları ile mutlu olacağınızı düşünmeleridir. Oysa bizim için siz ne yapmak istediğinize kadar verebileb, düşünebilen yetişkin insanlar yerine koyarız. Holywood sizi basitleştirir, aşağılar ve sömürür. Bunu her ülkede yapabilirler ve yapıyorlar.
İki saatin ardından sigara içme istediğe daha fazla dayanamayan Tarr "Let's smoke" diyip söyleşiyi bitirir ve kendisini dinlemeye gelen gençler ile birlikte dışarıda sohbet etmeye devam eder.
25 April 2011
17 April 2011
BéLA TARR: Bir Sinema Atölyesi (Bölüm I)
Aslında Béla Tarr hakkında bir şeyler söyleyebilmek, onun filmleri üzerine konuşmak için bir filmini izlemek ve söyleşisini dinlemiş olmak yetersiz. Çünkü Béla Tarr ne yapmak istediğini bilmiş ve bunları sıra ile yapmış bir sinemacı. Kendisi de filmlerinin bir sırası olduğunu ve anlatmak istedikleri için birlikte bir halka oluşturduklarını söylüyor. Bu oldukça önemli; çünkü O bir "sinemanın felsefecisi" olarak anılıyor ve bir felsefecinin anlattıkları anlayabilmek için de kitabını baştan okumak gerekiyor.
Béla Tarr'ın son filmi olan Torino Atı (2011) gösterimi için 30. İFF vesilesiyle İstanbul'daydı. Kensidinin kesinlikle reddettiği bir sinema "workshop"unu söyleşiye dönüştürdü; çünkü onun için sinema öğretilmez, öğrenilir. İşte bu iki saatlik söyleşiden derleme:
Macar sinemacının ilk deneyimi 16 yaşındayken 8mm'lik bir kamera ile çektiği 20 dakikalık Çingene işçiler üzerine bir belgesel. İşe böyle bir çalışmayla başlamasının sebebi Çingenelerin komünist Macar hükümetine yazdıkları bir mektup. Mektupta işçiler, Macaristan'da yaşamlarını sürdürebilecekleri bir iş bulamadıklarını belirtiyor ve göç edebilmek için izin istiyorlarmış. Fakat Tarr'ı etkileyen sadece mektubun yazılma sebebi değil ama aynı zamanda mektupta kullanılan dil. Tarr'ın söylediğine mektubun dili çarlık Rusya'sında, Çar'a ithafen, eğitimli bir kişi tarafından kaleme alınmışçasına özenli ve kusursuzmuş. Bu ilham Tarr'a ilk denemesini Çingeneler üzerine bir belgesel olarak yaptırıyor.
Üniversiteye gitmek istediğinde ise tüm başvurular reddediliyor ve kendisine verilen cevapta Macaristan'daki hiçbir üniversiteye kabul edilmeyeceği yazıyor. Bunun üzerine 2 yıl boyunca tershanelerde çalışıyor ve 22 yaşında "Family Nest"i çekiyor, Çekimler 5 gün sürüyor.
Béla Tarr amatör işleri ile dikkat çekerken Macar sinema teoricisi Bela Balanz'dan etkilenen genç bir sinemacı gruba katılıyor. Grup olarak tek temel noktaları var: gerçekçilik. Ve Üslupları da saf-i sanat. Tarr kendisini ve ekibi biçimlendiren şeyin dönemin Macar sineması olduğunu vurguluyor. Sahte hikayeler, kötü aktörlerle dolu, gerçeklerden uzak bir sinema anlayışına karşı bir duruş sergilemek ve aslında sinemanın bu şaçmalıklardan başla bir şey olduğunu göstermek istiyorlar. Ekip aynı zamanda dünyanın gidişatını da kabul etmek istemiyor ve filmleriyle bunu kanıksayıp insanlara gösterme çabası içine giriyorlar. Kendileri için bir başka önemli nokta ise her zmaan ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmak. "Çünkü" diyor Tarr "filmlerin bütçesini kendi cebinizden vermiyorsunuz, o paralar başka insanlara ait ve onlara karşı sorumluluğunuz var". İşte bu sorumluluk onları çok sıkı ve ince çalışmaya yöneltiyor.
Béla Tarr'ın dünyayı sinema ile değiştirebileceğine dair inancı ise ilk filmi ile son buluyor. "Bu filmi yaptım ve dünya değişmedi" diye itiraf ediyor konuşma sırasında ama bu itirafı kendine yapabilmesi son derece zor olmuş. Depresif, kötü bir dönem geçirmiş. Sonradan sonurunun sadece sosyolojik olmadığını, ardından sadece mantık olmadığını ve sorunun dünyada olduğunu görmüş. Bunu da son filmi Torino Atı'nda anlattığını söylüyor.
Tüm bu "dünyasal sorun"a rağmen filmlerinde olduğu iddaa edilen umutsuzluğu reddediyor. Hatta bu kelimeden dahi hoşlanmıyor. Diyor ki "Umutsuzluğu göstermek için film yapmadım. Eğer umutsuz olsaydım kendimi asardım, film yapmazdım. Oysa filmlerimde geleceğe dönük iyimserlik var. Filmlerle size güç vermek, sizi ayakta tutmak istiyorum." İzleyiciye GİT BİR ŞEYLER YAP mesajını veriyor ve onu kaldırmak istiyor.
Béla Tarr film çekmenin tamamen pratik bir iş olduğunu söylüyor. Elinize kamerayı alıp işe başlamadan, hata yapıp bunlardan ders çıkarmadan film yapılmayacağını söylüyor. "Aydınlatmak istemediğiniz yere ışık vermez, duvarı değil aktörü aydınlatırsınız; çünkü önemli olan duvar değil aktördür."
Tarr'da müzik:
Müzik filmde onun için bir başrol. Aktör, ekan, ruhsal iletişim ne kadar önemliyse müzik de en az o kadar önemli. Almanac of Fall (1984) filminden bu yana Mihaly Vig ile çalışıyor. Birlikte yaptıkları ile çalışmada Tarr'da stüdyoya müzisyen ekip ile birlikte stüdyoya girip sürekli fikrini söylüyormuş. Fakat farketmiş ki kimse onu dinlemiyor ve söylediklerini önemsemiyor. 1 saation sonunda ise oradan ayrılmış. O zamandan beri Vig besteleri yapıyor ardından Tarr besteler üzerine yorum ve film için seçim aşamasına katılıyormuş.
Tarr'da Aktör:
"Oynama, ol." Tarr'ın birlikte çalıştığı aktörlerden isteğini tek şey bu. Aktör seçinde onun ,çin önemli olan film karakteri ile aktörün kişiliğinin uyuşması. Çünkü O'na göre aktör kamera karşısında bir süre sonra çıplak kalıyor ve ne kadar iyi olursa olsun oynayanların Tarr'ın setinde işi yok. Aktörlerine karşı adaletli davranmaya ve onlara güven vermeye dikkat ediyor.
Tarr'da Stil:
Eldeki imkanların farkında olmanın çok önemli olduğunu söylüyor. Sinematografın da sınırları var ve neler yapabileceğini bilmek gerekli, diye ekliyor. Tarr, 1990 yılından bu yana görüntü yönetmeni (sinematograf) Fred Kelemen ile birlikte çalışıyor ve 21 senenin neredeyse bir evlilikten daha kötü olduğunu söylüyor. Fred Kelemen ile iyi işleri çıkarıyorlar; çünkü birbirlerini anlıyorlar ve sınırlarını biliyorlar. Sette despot olduğunu itiraf ediyor. Mekan seçimlerini sadece kendisi yapıyor. Orada uzun saatler geçirdiğini, sahneleri, ışığı hayal ettiğini, akötürn nereden gireceğini, nerede hangi sözleri sarf edeceğini tek tek kuruyor. Ardından ekibe dönüp bu böyledir diyor ve kurduğu şeylerin dışına çıkılmasını kabul etmiyor. Buna rağmen üstüne basarak vurguladığı filmin bir ekip işi olduğu ve hiçbir zaman "benim filmim" değil "bizim filmimiz" dediği. Ekipteki herkesin birbirini dürtmesi gerektiğini söylüyor; çünkü "film yapmak birlikte ilerleyen bir iştir" diyor, "önemsiz olduğu düşünülen gardolaptan aktörlere kıyafetlerini veren çocuğun tavrı tüm gübü belirleyebilir".
Béla Tarr'ın son filmi olan Torino Atı (2011) gösterimi için 30. İFF vesilesiyle İstanbul'daydı. Kensidinin kesinlikle reddettiği bir sinema "workshop"unu söyleşiye dönüştürdü; çünkü onun için sinema öğretilmez, öğrenilir. İşte bu iki saatlik söyleşiden derleme:
Macar sinemacının ilk deneyimi 16 yaşındayken 8mm'lik bir kamera ile çektiği 20 dakikalık Çingene işçiler üzerine bir belgesel. İşe böyle bir çalışmayla başlamasının sebebi Çingenelerin komünist Macar hükümetine yazdıkları bir mektup. Mektupta işçiler, Macaristan'da yaşamlarını sürdürebilecekleri bir iş bulamadıklarını belirtiyor ve göç edebilmek için izin istiyorlarmış. Fakat Tarr'ı etkileyen sadece mektubun yazılma sebebi değil ama aynı zamanda mektupta kullanılan dil. Tarr'ın söylediğine mektubun dili çarlık Rusya'sında, Çar'a ithafen, eğitimli bir kişi tarafından kaleme alınmışçasına özenli ve kusursuzmuş. Bu ilham Tarr'a ilk denemesini Çingeneler üzerine bir belgesel olarak yaptırıyor.
Üniversiteye gitmek istediğinde ise tüm başvurular reddediliyor ve kendisine verilen cevapta Macaristan'daki hiçbir üniversiteye kabul edilmeyeceği yazıyor. Bunun üzerine 2 yıl boyunca tershanelerde çalışıyor ve 22 yaşında "Family Nest"i çekiyor, Çekimler 5 gün sürüyor.
Béla Tarr amatör işleri ile dikkat çekerken Macar sinema teoricisi Bela Balanz'dan etkilenen genç bir sinemacı gruba katılıyor. Grup olarak tek temel noktaları var: gerçekçilik. Ve Üslupları da saf-i sanat. Tarr kendisini ve ekibi biçimlendiren şeyin dönemin Macar sineması olduğunu vurguluyor. Sahte hikayeler, kötü aktörlerle dolu, gerçeklerden uzak bir sinema anlayışına karşı bir duruş sergilemek ve aslında sinemanın bu şaçmalıklardan başla bir şey olduğunu göstermek istiyorlar. Ekip aynı zamanda dünyanın gidişatını da kabul etmek istemiyor ve filmleriyle bunu kanıksayıp insanlara gösterme çabası içine giriyorlar. Kendileri için bir başka önemli nokta ise her zmaan ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmak. "Çünkü" diyor Tarr "filmlerin bütçesini kendi cebinizden vermiyorsunuz, o paralar başka insanlara ait ve onlara karşı sorumluluğunuz var". İşte bu sorumluluk onları çok sıkı ve ince çalışmaya yöneltiyor.
Béla Tarr'ın dünyayı sinema ile değiştirebileceğine dair inancı ise ilk filmi ile son buluyor. "Bu filmi yaptım ve dünya değişmedi" diye itiraf ediyor konuşma sırasında ama bu itirafı kendine yapabilmesi son derece zor olmuş. Depresif, kötü bir dönem geçirmiş. Sonradan sonurunun sadece sosyolojik olmadığını, ardından sadece mantık olmadığını ve sorunun dünyada olduğunu görmüş. Bunu da son filmi Torino Atı'nda anlattığını söylüyor.
Tüm bu "dünyasal sorun"a rağmen filmlerinde olduğu iddaa edilen umutsuzluğu reddediyor. Hatta bu kelimeden dahi hoşlanmıyor. Diyor ki "Umutsuzluğu göstermek için film yapmadım. Eğer umutsuz olsaydım kendimi asardım, film yapmazdım. Oysa filmlerimde geleceğe dönük iyimserlik var. Filmlerle size güç vermek, sizi ayakta tutmak istiyorum." İzleyiciye GİT BİR ŞEYLER YAP mesajını veriyor ve onu kaldırmak istiyor.
Béla Tarr film çekmenin tamamen pratik bir iş olduğunu söylüyor. Elinize kamerayı alıp işe başlamadan, hata yapıp bunlardan ders çıkarmadan film yapılmayacağını söylüyor. "Aydınlatmak istemediğiniz yere ışık vermez, duvarı değil aktörü aydınlatırsınız; çünkü önemli olan duvar değil aktördür."
Tarr'da müzik:
Müzik filmde onun için bir başrol. Aktör, ekan, ruhsal iletişim ne kadar önemliyse müzik de en az o kadar önemli. Almanac of Fall (1984) filminden bu yana Mihaly Vig ile çalışıyor. Birlikte yaptıkları ile çalışmada Tarr'da stüdyoya müzisyen ekip ile birlikte stüdyoya girip sürekli fikrini söylüyormuş. Fakat farketmiş ki kimse onu dinlemiyor ve söylediklerini önemsemiyor. 1 saation sonunda ise oradan ayrılmış. O zamandan beri Vig besteleri yapıyor ardından Tarr besteler üzerine yorum ve film için seçim aşamasına katılıyormuş.
Tarr'da Aktör:
"Oynama, ol." Tarr'ın birlikte çalıştığı aktörlerden isteğini tek şey bu. Aktör seçinde onun ,çin önemli olan film karakteri ile aktörün kişiliğinin uyuşması. Çünkü O'na göre aktör kamera karşısında bir süre sonra çıplak kalıyor ve ne kadar iyi olursa olsun oynayanların Tarr'ın setinde işi yok. Aktörlerine karşı adaletli davranmaya ve onlara güven vermeye dikkat ediyor.
Tarr'da Stil:
Eldeki imkanların farkında olmanın çok önemli olduğunu söylüyor. Sinematografın da sınırları var ve neler yapabileceğini bilmek gerekli, diye ekliyor. Tarr, 1990 yılından bu yana görüntü yönetmeni (sinematograf) Fred Kelemen ile birlikte çalışıyor ve 21 senenin neredeyse bir evlilikten daha kötü olduğunu söylüyor. Fred Kelemen ile iyi işleri çıkarıyorlar; çünkü birbirlerini anlıyorlar ve sınırlarını biliyorlar. Sette despot olduğunu itiraf ediyor. Mekan seçimlerini sadece kendisi yapıyor. Orada uzun saatler geçirdiğini, sahneleri, ışığı hayal ettiğini, akötürn nereden gireceğini, nerede hangi sözleri sarf edeceğini tek tek kuruyor. Ardından ekibe dönüp bu böyledir diyor ve kurduğu şeylerin dışına çıkılmasını kabul etmiyor. Buna rağmen üstüne basarak vurguladığı filmin bir ekip işi olduğu ve hiçbir zaman "benim filmim" değil "bizim filmimiz" dediği. Ekipteki herkesin birbirini dürtmesi gerektiğini söylüyor; çünkü "film yapmak birlikte ilerleyen bir iştir" diyor, "önemsiz olduğu düşünülen gardolaptan aktörlere kıyafetlerini veren çocuğun tavrı tüm gübü belirleyebilir".
GRAPPA
İtalyan iksiri GRAPPA Toskana ve Veneto bölgelerinde 600 yıl önce şarap üretiminde çalışan çiftçilerin büyük keşfi grappa. Çiftçi bütün gününü şarabın kokusu, rengi ve çilesiyle geçiriyor, sıra tadına bakmaya, akşam evde yorgunluğu bir kadeh ile şarap ile bastırmaya gelince parası yetmiyordu. Yokluktan kaynaklanan bir keşifle grappa doğdu. Şarap üretiminden arta kalan çekir- dek, sap, kabuktan oluşan posayı damıtarak hazırladıkları grappa o zamanlarda günü kurtaran, soğuğa karşı direnç artıran, yorgunluğu alan sade vatandaş içkisiyken, son otuz yılda bugünkü yerini buldu. İtalyan restoranlarında yemekten sonra servis edilen grappa günümüzün gözde kurtarıcı kahramanlarından biri. Alkol oranı yüzde 40-45 arası değişebilen grappa’nın, dört farklı çeşidi var. Damıtıldıktan sonra en geç bir yıl içinde şişelenen çeşidi eskiden yapılan haline en yakın, en sert olanı. Meşe fıçılarda bir yıldan fazla bekletilen, üzümlerin fermante edilmesiyle bu süre içinde aroma ve baharatlarlardan tadını alan ‘acquavite d'uva’nın içimi daha kolay. Diğer iki çeşidi ise daha aromatik. Biri ‘muscato’ adı verilen kendinden aromalı, muskat üzümlerinden yapılıyor; diğeri meyve, bitkisel karışımlar, bal veya likör ile tatlandırılmış aroması sonradan eklenmiş bir cins. Grappa nedir? Şarap yapımından arta kalan kabuk, sap ve çekirdeklerin damıtılmasıyla elde edilen alkollü bir içkidir. Güney Asya'da doğup Mısır ve Yunanistan'a yayıldığına ve Romalıların keşfetmesiyle İtalya'ya ulaştığına inanılır. İmalatının özünde üzümlerin posalarının buharlı bakır kap imbiklerde damıtılması vardır. Yüksek sıcaklıkta kaynatılan posadan yükselen alkol buharından meydana geldiği için grappada kullanılan üzüm siyah da olsa beyaz da, ortaya çıkan ürün şeffaf olur. Sadece yıllanmış grappalar renk değiştirerek altın rengine yakın bir görüntü alır. Grappa bir aperitif mi? Grappa geçmişte, "sade vatandaşın, sade içkisi" olarak bilinirdi. İnsanlar onu ısınmak ve enerji sağlamak için içerdi. O yüzden de sabah, akşam, yemekten önce veya sonra onlar için hiç fark etmezdi. Ama son 20 yılda grappanın kıymeti arttı. Bugün grappa daha çok zevk ve keyif için tercih ediliyor. Bu da onu yemeklerden önce aperitif veya yemeklerden sonra hazmı kolaylaştırması için içilen bir içki yapıyor. Nasıl içmeli? Grappa ateşli ve lezizdir, mutlaka soğuk içilmeli. Alkol oranının yüksek olması nedeniyle buzlukta bile saklayabilirsiniz. Sonra içeceğiniz kıvama bardağı ellerinizle kavyarak getirebilirsiniz. Genç grappa 8-12°C, yıllanmış grappa ise 12-15°C'de içilir. Sek içecekseniz, hakkını vermek için, aromasını hava ile teması sayesinde artıran lale formunda özel ‘eaux-de-vie’ (fransızca ‘hayat suları’ anlamına geliyor) bardakları ile kokusuna da doyarak içmelisiniz. Genelde shot olarak içilir ama asıl makbul ve doğru olan grappa’yı bardağında yuvarlayarak, kokusunu alarak şarap gibi içmek. Bu arada evet, grappa harika bir hazmettirici ama aynı amanda iyi bir aperitif de olabiliyor. Yemekten önce havyarla deneyin. Espresso ile uyumu Caffè corretto, kahve içine tatlandırıcı olarak dijestif damlatılarak servis edilir. Bu içimde genelde tercih edilen kahve espresso, dijestif de grappa. Kahvenin işin içine girmesiyle, İtalyanlar bu adabı sabahların ayılma espresso'suna da uyarlamışlar ama işin gerçek adabına göre, caffè corretto’nun da içilme vakti yemeklerden sonra. Kaç çeşit grappa var? Grappa yoktur, grappalar vardır. Tıpkı şarabın değil, şarapların olması gibi. Ama İtalya'daki Ulusal Grappa Tadımcıları Derneği dört ana grappa olduğunu kabul eder. Bunlardan ilki genç grappalardır. Damıtıldıktan sonra en fazla bir yıl içinde şişelenirler. Bir de yıllanmış olanlar vardır. Onlarsa bir yıldan fazla meşe fıçılarda bekletilir ve bu işlem sonucunda tahtanın, içine konan aroma ve baharatların tadını alırlar. Böylece içimi kolaylaşan, yabancıların daha rahat tüketebileceği bir grappa meydana gelir. Üçüncü grappalar kendinden aromatik olanlardır. Moscato adını verdiğimiz bu tür muskat üzümlerinden yapılır. Son tür ise aroma eklenen grappalar. Bunlar bitkisel karışımlar, meyveler, bal veya likörlerle tatlandırılanlardır. Kaynaklar: http://www.milliyet.com.tr/2007/01/22/pazar/paz01.html http://www.sarapmarketi.com.tr/kategori/sarap/organic-saraplar/grappa.aspx |
Manifesto III Üzerine Bir Not
Liderlerin kitleleri peşinlerinden sürükleyebilmeklerinin sırrı iç model kontrolör prensibidir. Hitler, Alman halkını iyi biliyordu ve tüm Alman halkını yönetirken onları çok iyi bildiğini, açığa vuramadıkları tüm kin ve nefretlerini kanalize edebileceklerini ve bu kanalizasyonun da yönünü gösterdi. Almanların aradıkları babayı oynadı. Onların kendisiyle özdeşleşmelerini sağladı. O kürsüde konuşurkeb insanlar kensi hisleri dile geliyormuşçasına göz yaşı döküyor, nefret ile haykırıyorlardı. Hitler koca bir ulusu kontrol edebildi, O onların hem içindeydi hem de onlar kendilerini Hitler'de buldular.
MANİFESTO III
İç model kontrolör: Seni kontrol edebilmem için seni içimde bulundurmalıyım/ benim kontrolüme girebilmen için kendini bende bulmalısın; kendini benimle özdeşleştirmelisin
AYTER TUNÇ: BİR DELİLER EVİNİN YALAN YANLIŞ ANLATILAN KISA TARİHİ

Son okuduğum ve yayınlandığı günden beridir merak ettiğim bir kitaptı Ayfer Tunç'un 2010 etiketli kitabı. Tabiki daha önceki eserlerinden bihaberim. Oysa kitapları çeşitli dillere çevrilmiş ve ödüller almış. B.D.E.Y.Y.A.K.T. ise türkçede pek örneğinin olduğunu düşünmediğim, arkasında "karakter indeksi"nin olduğu bir roman. Bunu kitabın yaprına geldiğimde farkettim ama biraz daha etkilendiğimi söylemeyliyim.
Hikaye, uzayda bir n-boyutlu (x(0),t0) noktadan başlayıp (Karadeniz'e sırtını vermiş bir akıl hastanesi) boyutunu genişleterek ilerliyor ve eski boyutuyla başlangıç noktasına dönüyor. Evet, bir kitabı uzayda böyle bir tarifle sunmak mümkün ve bence bir kitap içi,n bunu söyleyebilmek güzel(*).
Roman, sırtı denize dönük akıl hastanesinden çıkıp sırtı denize dönül bir Türkiye gezisi yapıyor. Dört bir köşeye uğrayıp son Osmanlı paşalarından, Türklerden, Kürtlerden, Çerkezlerden, Abazalardan, Lazlardan, Ermenilerden, Rumlardan, ibnesinden, eşcinselinden, Amerika'ya giden beyinlerden, geçmişini yadsıyandan, ona sıkı tutunandan, yan gelip yatandan, dişini tırnağına takıp çalışandan, bezginden, azimlisinden, küfürbazından, serserisinden, kumarbazından, yiğidinden, beli silahlı dayısından, öksüzünden, yetiminden, sapığından, kolpasından, ressamından, çevrecisinden, bürokratından, antikacısından, fırsatçısından, okumuşundan, dokumuşundan, delisinden, zır delisinden, cingözünden, artistinden, çapkınından, cilvelisinden, polisinden, müzisyeninden, eşkiyasından, doktorundan, bu koca deliler evinin her delisinden numunelerle"bollu" bir anlatı sunuyor. B.D.E.Y.Y.A.K.T, sırtı denize dönük bu deliler ülkesini resimleyen iyi ve farklı bir roman. Okurken bir indekse gerçekten ihtiyacınız oluyor.
* Bir de Carlos Fuentes'in Terra Nostra (İşbankası Kültür Yayınları, 2005) böyledir. Roman tarihinde dönüm sayılan eserlenden. Meksikalı yazarın bu kitaptaki zaman boyutu çok daha geniş ve ayrıktı.
Subscribe to:
Posts (Atom)